28 Aralık 2017 Perşembe

Edirne'de Toplulaştırma

EDİRNE (AA) - AK Parti Milletvekili ve Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu Üyesi Rafet Sezen, Edirne'nin tamamında toplulaştırmanın 2023 yılına kadar tamamlanmasını hedeflediklerini bildirdi.

Milletvekili Sezen, yaptığı yazılı açıklamada, tarımda en önemli önceliklerinin sulama ve toplulaştırma olduğunu ifade etti.

Tarım komisyonu üyesi olarak Edirne ile ilgili çalışmaları yakından takip ettiğini aktaran Sezen, şunları kaydetti:

''İlimizde 251 yerleşim biriminde yaklaşık 431 bin hektar arazide toplulaştırma çalışmaları yapılacak. Bunlardan 37 yerleşim biriminde 86 bin 431 hektar alanda toplulaştırma çalışmaları tamamlanmıştır. Halen 39 yerleşim biriminde 47 bin 844 hektar alanda ise çalışmalar devam etmektedir. 2017 yılı içerisinde keşif bedeli yaklaşık 100 milyon lira olan Lalapaşa ve Süloğlu ilçelerinin tamamı, Enez ilçesinde 13, Keşan ilçesinde 9, Havsa ilçesinde ise 11 olmak üzere toplam 72 yerleşim birimini kapsayan 102 bin 397 hektar alanda 4 farklı proje ihalesi yapılmıştır. Toplulaştırma ile parselleri birleştirerek, arazilerde iş gücü ve akaryakıt kayıpları azalacak, tarım arazilerinden daha iyi verim alınacak. Tarım makinelerinin daha verimli kullanılması sağlanarak, üreticilerimiz sosyo-ekonomik yönden rahatlayacaktır. Bu bağlamda toplulaştırması tamamlanan yerleşim birimlerinde yüzde 45- 65 oranında değişen parsel azalması sağlanmıştır."

Edirne Gıda Tarım Ve Hayvancılık İl Müdürlüğünce çalışmaların hızlı bir şekilde devam ettiğini dile getiren Sezen, Uzunköprü ilçesine bağlı 16, Meriç ilçesine bağlı 23 yerleşim birimindeki çalışmaların 2018 yılı içerisinde tamamlanmasının planlandığını ifade etti.

Sezen, Edirne'nin tamamında toplulaştırmanın bitirilmesi için 103 yerleşim birimini kapsayan 194 bin 404 hektar alan ile ilgili gerekli çalışmaların yapılarak 7 farklı proje ile bakanlığa sunduklarını aktardı.

- ''2 bin 252 hak sahibine arazi dağıttık''

Edirne'nin çeşitli ilçelerinde topraksız veya az topraklı çiftçilere arazi dağıtımı yapıldığını belirten Sezen, ''Arazi dağıtımı projesi kapsamında Edirne'nin çeşitli ilçelerinde bulunan yerleşim birimlerinde 2 bin 252 hak sahibine 66 bin 917 dekarlık arazi dağıtımı yapıldı. 6 yerleşim biriminde ise 645 kişiye 24 bin 246 dekar arazinin dağıtılması için çalışmalar devam ediyor.'' ifadelerini kullandı.

ARŞİV

26 Aralık 2017 Salı

NÜKLEER SİLAH NEDİR?

Nükleer silahlar nükleer enerjinin, büyük miktarlarda ve ani denilebilecek kısa sürelerde, kontrolsüz şekilde üretimine dayalıdır. Nükleer enerjiyse, çekirdek parçalanması (fisyon), ya da çekirdek birleşmesi (füzyon) yoluyla elde edilir. Fisyon olayında, örneğin U-235 gibi bir çekirdek, nötron bombardımanına tabi tutulduğunda, bir nötron tutarak parçalanır ve 2 ya da 3 nötron çıkarır. Böyle çekirdeklerin, parçalanabilir ya da ‘’fisil’’ olduğu söylenir. Açığa çıkan nötronlardan bazıları, ortamın dışına kaçarak ya da ilgisiz çekirdekler tarafından yutularak ‘ziyan’ olurken, bazıları diğer U-235 çekirdeklerine çapıp yeni fisyonlara yol açar. Eğer bir uranyum kütlesinde ortalama olarak, fisyona yol açan her nötron başına açığa çıkan nötronların; ‘birden fazlası, biri ya da birden azı’ tekrar fisyona yol açabiliyorsa, o uranyum kütlesinin ‘süper kritik, kritik ya da alt kritik’ olduğu söylenir. Geometrisine ve kimyasal bileşimine bağlı olarak, olası en küçük kritik kütle 7-8 kg düzeyindedir. Uygun bir şekilde hazırlanması gereken böyle bir kütlede, her fisyon bir yenisine yol açar ve ‘zincirleme reaksiyon’ aynı düzeyde devam eder.

Süper kritik bir kütledeyse, her fisyon birden fazla yenisine yol açtığından, fisyonların sayısı çığ gibi artar. Büyüyen bir ‘zincirleme reaksiyon’ oluşur ve fisyon başına açığa, 200 milyon elektron volt enerji çıkar. Kömürün yanmasından elde edilen enerjiyse, karbon atomu başına 4 elektron volt kadar. Dolayısıyla 1 gram U-235’in fisyonu, 2,5 ton kömüre eşdeğer.

Fakat doğada bulunan uranyumun, sadece %0.71 kadarı U-235’ten, kalanıysa, parçalanmayan bir izotop olan U-238’den oluşur. Dolayısıyla doğal uranyumdaki 235 bileşeninin, hele bomba yapılmak isteniyorsa, % 90’lar düzeyinde zenginleştirilmesi gerekiyor. Zenginleştirme yöntemlerinden birisi, ‘gaz difüzyonu’ yöntemi. Normal şartlar altında metal olan uranyum, UF6 gazı haline getirilir ve bir kabın, aralarında gözenekli bir zar bulunan iki bölmesinden birine konup, yüksek basınç altında sıkıştırılır.

Gaz moleküllerinden U-235 içerenler, diğerlerine göre daha hafif olduklarından, herhangi bir sıcaklıkta daha hızlı hareket eder ve zarın diğer tarafına sızmakta daha başarılı olurlar. Dolayısıyla diğer bölmedeki U-235’li molekül konsantrasyonu, az biraz artar. Kayda değer bir zenginleştirme için bu sürecin binlerce kez tekrarlanması, böylesine kaplardan binlercesinin art arda kullanılması gerekir. Böyle bir tesiste, yılda tonlarca zenginleştirilmiş uranyum üretilebilir. Fakat basınçlamanın gerektirdiği güç binlerce MW, kap sisteminin tesis maliyeti milyar dolar düzeyindedir. Oysa bir nükleer bombanın yapımı için onlarca kilogram zengin uranyum gerekir. Zengin uranyumu az miktarlarda elde etmenin daha ucuz yolları vardır.

Bir başka zenginleştirme yöntemi, uranyum izotoplarının, aynı frekanstaki lazer atımları karşısında verdikleri farklı tepkiye dayanır. Buysa zahmetli ve yavaş çalışan bir yöntem. Malzemeyi küçük miktarlarda ve yavaş yavaş elde etmenin bir diğer yolu, uranyum izotoplarını iyonlanlaştırıp bir manyetik alanın üzerinden geçirmek. Aynı hızla hareket etmekte olan iyonlar manyetik alandan geçerken, daha ağır olanlar daha küçük, hafif olanlarsa daha büyük yarıçaplı daireler üzerinden saptırılır ve karşıdaki bir ‘’ toplayıcı levha’ nın farklı yerlerine düşerler. Bu, fakirin zenginleştirme yöntemidir. Ancak sabır gerektirir. Çünkü gün boyunca hedef levhasında, gram düzeyinde az ürün birikir.

Parçalanmaya yakın bir diğer ‘fisil’ çekirdekse, Pu-239 izotopu. Ancak, plütonyum doğal bir element değil. Nükleer reaktörlerde, U-238 izotopunun bir nötron yuttuktan sonra bozunması sonucu oluşur. Farklı bir element olduğundan, uranyumdan kimyasal yöntemlerle ayrıştırılabilir ve zenginleştirme işlemi gerektirmez. Fakat eldesi için, hazırda çalışan bir nükleer reaktörün bulunması ve yakıtına uygun zamanlamalarda müdahale edilmesi gerekir. Hâlbuki bomba malzemesi olarak zenginleştirilmiş uranyum ya da plütonyum elde etmenin en kestirme yolu, bu malzemeyi, nükleer santralarla hizmet veren yakıt işleme tesislerinden almak ya da çalmak.

Fisil malzeme elde edildikten sonra bomba yapması, görece kolay bir iş. İlkel bir nükleer bomba, bir araya geldiklerinde süper kritik olacak olan iki altkritik uranyum kütlesini bir topun namlusuna yerleştirip, birini diğerine doğru ateşlemekle yapılabilir. Sonuç, büyük bir patlamaya yol açan süper kritik bir kütledir ve açığa çıkan toplam enerjiye ‘bombanın verimi’ denir. Hiroşima’ya atılmış olan bomba böyle bir düzenekten oluşmuştur. Ancak ‘top tipi bomba’ fazla uranyum gerektirir; ağır ve hantal, hem de düşük verimlidir. Bir diğer yöntem; süper kritik bir fisil malzeme küresinin etrafına güçlü patlayıcılar yerleştirip, bu patlayıcıları fevkalade simetrik bir eşzamanlı biçimde patlatarak, küreyi homojen bir şekilde, çok daha süper kritik küçük bir küreye ‘göçertmek’. Bu tip bir ‘göçertme aygıtında’, Pu-239 tercih edilmekle birlikte, U-235 de kullanılabilir. Yöntemin, fisil malzeme sağlamadan sonraki en zor tarafı, patlamaların eş zamanlılığını sağlayan elektronik devre elemanlarının yapımı ya da ele geçirilmesi. Fakat zahmetine de değer: Bomba küçük, verimi yüksek olur.

Füzyon olayıysa, hidrojen ya da hidrojenin izotopları olan döteryum ve trityum çekirdeklerinin birleşmesine dayalıdır. Bu çekirdeklerin kaynaşması, birim ağırlık başına fisyondan bile daha fazla enerji açığa çıkarır. O kadar ki, 1 gram hidrojen yaklaşık 50 ton kömüre eşdeğerdir. Ancak, çekirdeklerin kaynaştırılabilmeleri için, çok yüksek hızlarla çarpıştırılmaları gerekir. Yeterince yüksek sıcaklıktaki hidrojen gazında, her bir yöne doğru hareket etmekte olan atomlar, yeterince yüksek sıcaklıktaki hidrojen gazında, her bir yöne doğru hareket etmekte olan atomlar, yeterince yüksek hızlarla çarpışıp kaynaşabilirler. Nitekim güneşin merkezindeki sıcaklık 15 milyon dereceyi buluyor ve buradaki hidrojen çekirdekleri, yüksek basıncında yardımıyla füzyona uğrayarak, güneşe ışıdığı enerjiyi sağlıyorlar. Ancak, yeryüzünde basınç çok daha düşük olduğundan, hidrojenin füzyonu için gereken sıcaklık çok daha yüksek ve 100 milyon derecenin üstüne çıkılması gerekiyor. Bu yüzden “hidrojen bombasının” yapımında, füzyonu biraz daha kolay olan döteryumla trityum tercih edilir.

Döteryum normal sudaki hidrojen atomları arasında, 1/66 oranında bulunuyor ve fiziko kimyasal yöntemlerle ayrıştırılabiliyor. Trityum’sa Li-6 (lityum) izotopunun nötron bombardımanına tabi tutularak, helyum ve trityuma parçalanmasıyla elde edilebilir. Ancak tirtyum; normal şartlar altında uçucu, kaçıcı bir gaz. Hem de, görece kısa bir yarılanma ömrüyle kendiliğinden bozunuyor. Dolayısıyla, önceden üretilip saklanması yerine, kullanımının hemen öncesinde ve sırasında üretimi tercih ediliyor. Bu amaçla döteryum lityum’la karıştırılır ve her ikisi birlikte, strofor ambalaj malzemesiyle kaplanır. Patlama anı geldiğinde, lityum nötron bombardımanına tabi tutularak trityum üretilir, bu trityumlar da, içerdeki döteryumlarla çarpışıp füzyona yol açarlar. Ancak; lityumun bombardımanı için nötronlar, füzyon için de yüksek sıcaklıklar gerekir. Bunlarsa ‘birincil’ denilen bir uranyum ya da Plütonyum bombasının patlatılmasıyla elde edilir. Bu bombanın ürettiği ısınma etkisi, yani termal şok, görece yavaş yayılır ve füzyon düzeneğine ulaşana kadar, düzeneğin dağılması olasılığı belirir. Hâlbuki yayınlanan gama ışınları ışık hızıyla hareket eder. Ve strafor bunları emerek, içindeki karışımın ısınmasını sağlar. Bir yandan da, birincil bombanın basınç şoku füzyon karışımını dışarıdan ve her yandan homojen bir şekilde sıkıştırır, yaydığı nötronlar lityumu parçalayıp trityum açığa çıkarırlar. Karışımın sıcaklığı 100 milyon derecenin üstüne çıktığında , ‘ikincil’ füzyon bombası devreye girmiştir.

HAMAM BÖCEKLERİ RADYASYONA DAYANABİLİYORMU?

Radyasyon ışınları DNA’ya zarar vererek kansere yol açıyor. Bu zararlı ışınların çok azı bile insan sağlığına zararlı. Oysa hamamböcekleri, radyasyon ışınlarının bir türü olan alfa ışınlarına karşı oldukça dayanıklı. Hamam böceklerinin kitinden oluşan dış vücut örtüleri, radyoaktif alfa ışınlarını bloke etme özelliğine sahip. Ancak diğer radyoaktif ışımalar için aynı şey geçerli değil. Yani, hamam böcekleri çok yüksek miktarlarda radyasyona karşı direnç gösterebiliyorlar, ancak radyasyona karşı tamamen dirençli değiller.

Böcek bilimciler, yaptıkları bazı çalışmalarla, hamam böceklerinin radyasyona direnç miktarını sayılara dökmeyi de başarmışlar. Buna göre, normal bir insanın dayanabileceği güvenli radyasyon üst sınırı 5 rem iken, insanlar için öldürücü doz 800 rem olarak kabul ediliyor. Hamam böceklerindeyse, türe bağlı olarak öldürücü dozun 67.500-105.000 arasında değişebildiği görülmüş. Bu değer, neredeyse termonükleer bir patlamaya eşdeğer.

Analitik düşünüyor ama kafası olmadan 9 gün yaşayabiliyor

Radyasyon atom içindeki hareketlenmelerden kaynaklanıyor. Maddeyi oluşturan atom, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluşuyor. Eğer herhangi bir maddenin atom çekirdeğindeki nötronların sayısı proton sayısından fazla ise çekirdekte kararsızlık oluşuyor ve fazla nötronlar parçalanıyor. Bu parçalanma sırasında ortaya alfa, beta, gama adı verilen ve çıplak gözle görülmeyen ışınlar oluşuyor. Bu ışınlara da “radyasyon” deniyor.

6 farklı familyada yaklaşık 3 bin 500 türü bulunan hamam böcekleri, 2 bin metreden daha yüksek yerler ve kutup bölgeleri dışında, dünyanın her yerinde yaşayabiliyor. Çok dayanıklı olan bu böcekler, genellikle her şeyi yiyor. Ve sıkı durun, bir söylentiye göre kafaları kopsa bile, açlıktan ölmeden önce yaklaşık 9 gün yaşıyor. Dahası yeryüzünün en eski canlılarından olan hamam böcekleri, karar verirken analitik düşünebiliyor ve kararlarını geçmişte kazandığı tecrübelere göre şekillendirebiliyor.

BİRA NASIL BULUNMUŞTUR?

Bira, eski ismiyle arpasuyu, insanlığın çok eskiden beri kullandığı hafif alkollü bir içecektir ve tarihi sekiz-on bin yıllık bir geçmişe uzanır. Biracılığın çıkış noktası Sümer, Babil ve Eski Mısır olarak kabul edilmektedir. Bira ile ekmeğin tarihi de birçok yönden kesişir. Mezopotamya uygarlıklarının kalıntılarında günümüzden altı-yedi binyıl öncesine ait bira ve ekmek yapımına ilişkin belgelere rastlanır.

Bu dönemlerde bira imalathaneleri ve ekmek fırınlarının yan yana bulunduğu tespit edilmiştir. Bira hammaddesi olarak “malt ekmeği” su ile ezilip bulamaç haline getirildikten sonra fermantasyona bırakılır. İlk biraların bozaya benzerliği dikkat çeker; bulanık ve köpüksüzdürler. Maltın elde edilmesinde esas olarak arpa kullanılmasına rağmen, eski biralar farklı tahıllardan da üretilirdi. Bugünkü anlamında ise bira Avrupa kökenlidir.

Antik Kültürlerde Bira

Mısırlılar’da arpadan yapılan bira ulusal bir içkidir. Eski Mısır’da biranın adı “heget”tir. Ekmekle birlikte günlük gıda olan bira, aynı zamanda para ve asgari ücret ölçüsüdür.

İki sürahi bira, bir günlük asgari ücrettir. Sekiz farklı bira çeşidini ifade eden kelimelere sahip olan Mısırlılar esmer, siyah, tatlı neter (kuvvetli) bira dahil, farklı çeşitler üretmişlerdir. Dini amaçlarla da yapılan bira, çeşitli tanrı ve tanrıçalara sunulur.

Babil’de Bira

M.Ö. 4300’e ait Babil belgelerinde de biradan söz edilir. Babilliler’in (Keldaniler) buğday, siyah ve beyaz arpa ile bal kullanarak 20 çeşit bira ürettikleri ve hatta Mısır’a ihraç ettikleri bilinir. Biracılık sanatında usta olan Babilliler birayı buğday, siyah ve beyaz arpa ile baldan yapmışlardır.

Evlerde üretilen bira, “bit sikari” (bira dükkânı) denen mekânlarda satılırdı. Ünlü “Hammurabi Yasaları”nda, birayla doğrudan ilgili maddeler vardır. M.Ö. 1780’den gelen bu kayıtlara göre; bira içen müşterisinden fazla ücret isteyen satıcı, suda boğdurularak cezalandırılmıştır. Yine aynı kayıtlarda, günlük ücretler -işçiye 2 litre, sivil görevliye 3 litre, yüksek yöneticiye 5 litre bira verilmesi gibi- bira ölçüsüyle belirlenir.

Sümerler’de Bira

Sümer kültüründe bira, ekmek kadar önemli bir besindi; ayrıca rahatlama ve sağlık amacıyla da kullanılırdı. M.Ö. 3000 yıllarında yazılan Gılgamış Destanı’nda biradan söz edilir. Sümerlerde bira anlamına gelen “sikaru”, tanrılara sunulan “sıvı ekmek”tir. Sümer mitolojisinde İçki Tanrıçası, hatta Bira Tanrıçası vardır; M.Ö. 1880’de Tanrıça’ya ithafen yazılmış şiirde, bira yapımının tüm aşamalarından söz edilir.

Hamuru yoğuran sizsiniz, büyük bir kürekle

Bulamacı hurmalı balla çukurda karıştıran

Filizlenen maltı sulayan sizsiniz

Pişmiş lapayı saz hasırlara yayan sizsiniz

Toplayıcı fıçıdan süzülen birayı döken sizsiniz.

Yine Sümerler’e ait tabletler arasında, bira alışverişine ait yedi belge mevcuttur.

18. yy’da su yerine bira içerlermiş

18. yüzyılda daha içme suyu yokken insanlar içindeki alkolden dolayı, sudan daha temiz olması sebebiyle su yerine bira içerlermiş. Özellikle içme suyuna hasret denizciler, gemide biradan başka bir şey içmezlermiş ama Britanya gemileri, Hindistan’a giderken Ekvator’u iki defa geçtikleri için içlerinde barındırdıkları biraları sıcaktan ve bakterilerden içilmeyecek hale gelirlermiş. Bu yüzden bira üreticileri buna bir çözüm aramaya başlamışlar ve çözümü bulan Bass Birahanesi olmuş. Bass Birahanesi, Pale Ale diye bilinen yüksek alkollü ve içinde bol miktarda malt olduğundan bakterileri öldüren bir bira üretmiş. Bu bir devrim olarak nitelendirilmiş. Hatta Napolyon bile Fransa’da bir Bass fabrikası açmayı planlamış.

KAN TAHLİLİ NASIL YAPILIR?

Kan Tahlili tercihen sabah aç karına alınan kandan yapılır. Alınan kan istenen tahlilin cinsine göre farklı tüplere koyulur ve tahlili çalışacak ilgili laboratuara gönderilir. Örnek vermek gerekirse Kan sayım tahlili pıhtılaşmayı önleyen bir madde bulunan özel tüplerde alınmış kanla yapılır. Aynı şekilde Sedimentasyon, APTT ve PT dediğiniz pıhtılaşma fonksiyonlarını araştıran tahliller için alınan kanlar da pıhtılaşmayı önleyen kimyasal maddelerin bulunduğu tüplere koyularak tahlile gönderilir. Bu tahlilleri çalışacak laboratuar gelen kanların pıhtılaşmamış olmasına çok dikkat etmelidir. Aksi takdirde pıhtılaşmış kanla yapılan Hemgram (Tam Kan Sayımı), Sedimentasyon ve PTZ, APTT tahlilleri yanlış sonuçlar çıkmasına yol açmaktadır.

Genel Biyokimya Tahlili dediğimiz Glikoz (Şeker), kolesterol, trigliserit, üre, kreatin gibi rutin biyokimyasal incelemeler ve Hormonla ilgili testler ise boş ve katkısız tüplere koyularak tahlil için laboratuara gönderilir. Aynı şekilde tümörü olan veya tümör şüpheli hastalara yapılan Tümör Belirteç testleri de katkısız tüplerle çalışmaya alınır. Bu tahliller için alınan kanın laboratuvara gönderilmesinde, tüpte bulunan kanın pıhtılaşmış olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Laboratuara gelen içi kan dolu tüpler, santrifüj denen yüksek devirli cihazlarla uygun sürelerde çevrilerek, tüpte bulunan kanın şekilli elemanları çöktürülür, ve tüpün üstünde kalan serum dediğimiz sıvıdan alınan örnekle kan tahlili yapılır.

Günümüzde kan tahlilleri modern cihazlarla ve tahlil sırasında çoğunlukla el değmeden otomatik olarak yapılmaktadır. Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesiyle birlikte birçok hastanede tahliller yapıldıktan sonra kâğıda basmadan doğrudan doktorun bilgisayar ekranından sonuçlar görülmektedir.

BAROMETRE NEDİR? NASIL ÇALIŞIR?

Evangelista Torricelli 15 Ekim 1608′de İtalyanın Feanza şehrinde doğdu, 5 Ekim 1647 in Floransa’da öldü. Açık hava basıncı üzerine yaptığı deneyleriyle tanınan ünlü İtalyan fizik ve matematik bilginidir.

Çocukluğunda matematiğe olan merakıyla dikkatleri çekti. 1627′de Roma’ya giderek, hidrolik biliminin kurucusu ve Galilei’nin talebesi olan Benedetto Castelli ile birlikte çalıştı. 1641′de Galilei ile mektuplaşmaya başladı. Aynı sene, Castelli nin tavsiyesi üzerine Galile, Torricelli’yi Tuscany’ye davet etti. Galile ile görüştükten birkaç hafta sonra, Galilei ölünce, Tuscany büyük dükü Torricelli’yi onun makamına tayin etti. 1644 yılında geometri ve mekanik üzerinde bir kitap yayınladı. Matematik sahasında mühim bir boşluğu dolduran bu kitapta aynı zamanda Galile’nin mekanik üzerindeki ilk çalışması, birbirine bağlı cisimlerin ortak ağırlık merkezleri aşağıya doğru hareket ederken, ani hareket edebilecekleri prensibi bir neticeye bağlanıyordu.

Torricelli, suyun yerine, ondan on üç buçuk defa daha ağır olan civayı (sıvı maden) koymayı akıl etti, bu sayede sütunun yüksekliği aynı oranda kısalmış oldu. Böylece Torricelli ilk barometreyi gerçekleştirdi; bir ucu tıkalı ve içi civa dolu cam bir boru. Bu boru başaşağı çevrilip açık ucu gene civayla dolu bir küvete daldırılır. Borudaki civanın bir kısmı küvete akar ve civa sütunu borunun içinde aşağı yukarı 760 milimetreye kadar iner. O zaman civanın ağırlığı, atmosfer basıncı ile eşdeğer olur. Basınçtan faydalanarak, civa doldurulmuş tüplerle yaptığı deneyler neticesinde, deniz seviyesinde 1cm²ye düşen basıncı 1033 gr/cm² olarak tespit etti. Geometri ve mekanik alanındaki fikirlerini ise ilk önceleri kimse önemsemedi. Torricelli aynı zamanda hocası Galile’nin teleskobunu ve kendi mikroskobunu geliştirmeye uğraştı.

1643 Torricelli, hava basıncını ölçmek için şimdi cıvalı barometre denilen cihaz icat etti.

Aynı dönemde, Blaise Pascal, yükselti’yi ölçmek için barometreden yararlanmayı düşündü. Atmosferin ağırlığı, borunun içindeki civanın yüksekliğini belirlediğine göre, bu yükseklik, bir dağın tepesinde azalacaktır; dağın tepesinde, hava tabakasının yüksekliği deniz düzeyine göre daha az olduğundan ağırlığı da daha az olacaktır. Buna göre civa sütununun yüksekliği, hangi yükseltide bulunduğumuzu gösterir: altimetre’nin (yükseltiölçer) esası budur.

Daha sonra, atmosferdeki değişmelerin, atmosfer ağırlığını azaltıp çoğaltmakla civa sütununun yüksekliğini değiştirdiği anlaşıldı. Böylece barometre işaretlerine bakılarak hava değişikliği’nin tahmini öğrenilmiş oldu; buna göre deniz düzeyinde, 760 milimetre yükseklikteki civa, «güzel hava» belirtisidir. Atmosfer basıncı, havası boşaltılmış kutular olan madeni barometre’lerle de ölçülebilir.

Nasıl Çalışır?

Tekerlekli Barometre Çalışma Diyagramı

Artan hava basıncı civa sütununu hareket ettirir ve sol kolda yükselmesini sağlar. Bu esnada sağ koldaki civa seviyesi de düşer. Çok az hafif olan ağırlık civa üzerinde yüzer ve onunla beraber yükselir. Ağırlık ve karşı ağırlığa bağlı ip ve makara aynı bir palanga düzeneği gibi çalışır ve birlikte hareket derler. Hava basıncı yükseldikçe denge bozulur ve civa yükselir, hava basıncı düştükçe yine denge bozulur ve civa seviyesi alçalır. Bu sayede net ve kesin bir ölçüm yapılır.

Çubuk Barometre

Çubuk barometrenin çalışma prensibi çok basittir. Açık olan sağ hazneye uygulanan hava basıncı deniz seviyesinde en yüksek basıncı alır ve sol koldaki akışkan seviyesi artar. Sol koldaki boşluk mutlaka vakum olmalıdır. Orada eğer bir gaz olursa, sıkıştıkça basıncı yükselir ve itmeye başlar. Bu da ölçümün gerçek değerinin altında gözükerek yanlış çıkmasına neden olur.

Aneroid Barometre

Vakum kapsülü ‘a’ hava basıncı değişimiyle çok ufak ilerlemeyle ‘b’ yayına hareketi taşır. Ufak bir kaldıraç olan ‘c’ , bu hareketi kuvvetlendirerek ufak zincir ‘d’ aracılığıyla ‘e’ makarasına iletir. Makara üzerine konumlanmış ‘f’ gösterge çubuğu ve ‘g’ dengeleyicisi sayesinde en doğru sonucu gösterir.

DAKTİLO NASIL ÇALIŞIR?

Daktilo, bir klavye aracılığıyla harekete getirilen harfleri mürekkepli bir sistem yardımıyla kâğıda basarak yazı yazan makine. İlk yapılışı 1829′da Teroitli William Austin Burt tarafından gerçekleştirildi. Tipograf adı verilen bu makine elden daha yavaş yazıyordu. Bundan sonraki denemeler pek başarılı olamadı. Aradan 40 yıl geçtikten sonra Sholes 1868′de ilk pratik daktiloyu yaptı. Remington’un 1878′de yaptığı daktilo ise bir dikiş makinesinin üzerine yerleştirilmişti. Şaryo dikiş makinesinin pedalına benzeyen bir pedalla döndürülüyordu. Makine ise silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Remington, Royal Smith gibi Amerikan firmaları yanında İtalyan Underwood-Olivetti, Alman Olympia, Adler ve Triumph ve İsveç Facit firmaları da daktiloların yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzelterek bugün kullanılan daktiloya benzeyen makineler yaptılar. Sholes’in yaptığı makineyı inceleyen Thomas Edison, elektrikle çalışabileceğini söyleyerek üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinesi yaparak 1872′de patentini aldı. Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli makinelerin satışına başlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların çalışmasını sağladı.

Mekanik daktilo

Elektriksiz olup, mekanik olarak çalışırlar. Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca, kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kâğıt üzerinde o harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması şeride, vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.

Elektrikli daktilo

İşleme prensibi mekanik ile aynıdır. Tuşa asıldığında harfin şeride, dolayısıyla kâğıda vurma işlemi elektrikli olarak gerçekleştirilir. Ancak IBM 1961′de Selectric ismini verdiği modelle harflerin çubukları yerine, harflerin bulunduğu yazı topunu getirdi. Seçilen harfe göre bu yazı topu dönebilerek, kâğıt tarafına ilgili harfi getirebilmektedir. Yazı topunun değiştirilmesiyle değişik türde harfleri kullanmak mümkündür. Elektrikli daktiloların (yazıcıların); kaset şeritli ve silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo gibi çeşitleri de vardır.